KÖTÜ KALPLİ BÜYÜCÜ
Sandığın içinde bilgenin adamı varmış. Önce asıl koca sırtlamış sandığı. Yokuşta nefes nefese kalmış, kendi kendine konuşmaya başlamış:
"Allahım! Nereden çıktı bu bela başımıza! Ama olsun gerekirse bu sandığı yedi kere bu dağa çıkarırım. Yeter ki, karımı kaybetmeyeyim!"
Ardından büyücü sandığı yüklenmiş. Yokuşta o da konuşmaya başlamış: "Bu sandık da ne kadar ağırmış! Ama olsun. O kadını elde etmek için daha ağırını bile taşırım."
Bilgenin sandıkta saklı adamı dönüşte her şeyi anlatmış. Bunun üzerine bilge bir büyücüyle karşı karşıya olduklarını hemen anlamış, şöyle demiş:
"Kim şeker kamışının içinden geçebilirse, bu kadının asıl kocası odur." Gerçek koca saçını başını yolmaya başlamış. Tabii zavallı, kamışın içinden geçemeyeceğini biliyormuş. Öteki ise, "nihayet kadın benim karım olacak" diye sevinip, kamışın içine girivermiş. Ama daha kamışın içindeyken bilge kamışın iki uçunu balçıkla kapatmış ve büyücüyü kamışın içine hapsetmiş! Bütün ülke kötü bir büyücüden kurtulmuş. Birbirlerini çok seven karı koca da mutluluk içinde yaşamaya devam etmişler.
ÖĞRENCİ VE KRALIN KIZI
Macar Masalı
Eski zamanlardan birinde yoksul bir öğrenci dünyayı tanımak için yolculuğa çıkmış. Hiç parası yokmuş. Ama genç yaşlarda parasız olmak hiç sorun olur mu ? Genç öğrenci dünyayı tanımak, kentleri görmek, başka ülkelerin gelenekleriyle, görenekleriyle tanışmak istemiş. Cebinde hiç parası olmasa da önemli değilmiş. "Geceleri ağaç altlarında uyurum, acıktığımda iyiliksever köylüler yemek verir, olmazsa yol kenarlarındaki meyve ağaçlarından
karnımı doyururum" diye düşünüyormuş.
Yollardan, tarla kenarlarında önüne çıkan buğdayları, bezelye tanelerini de topluyormuş. Günler aylar geçmiş. Kendi memleketinden çok uzaklarda dolaşırken bir gün güzel bir ülkeye gelmiş. Köylüler gencin nereden gelip nereye gittiğini merak etmişler. Dünyayı dolaştığını anlatmış. Köy sakinleri heyecanla dinlemişler öğrencinin anlattıklarını. Yemek vermişler.
Genç, köylülerden akşam yatmak için de bir samanlık göstermelerini rica etmiş. Köylüler ise bu bilgili oğlanı samanlıkta yatırmak istememişler. Kralın sarayına götürmüşler. Orada nasıl olsa bir yatak bulunur diye düşünmüşler. Kral ve kraliçe genç misafire pek sevinmişler. Onlar da sohbet edebilecekleri bilgili ve kültürlü insan ararlarmış. Kral bir ziyafet sofrası hazırlatmış uşaklarına. Bir tek kuş sütunun eksik olduğu masada da oğlanı genç kızının yanına oturtmuş. Öğrenci, güzel prensesin yüzüne bile bakamıyormuş utancından, ama içinden de "Bu prenses benim eşim olmalı. Kader benim karşıma çıkardı" diye geçiriyormuş.
İki genç birbirlerine de çok yakışıyorlarmış: "Kralım" demiş kraliçe. "Bu genç herhalde bizim kızımızı görmeye gelen bir prens. Onunla evlenmeyi düşünüyor olabilir" demiş. "Öyle şey olur mu?" demiş kral, "Bu yoksul bir genç. Sıradan bir öğrenci." Gece, genç için sıradan bir yatak hazırlamışlar. Herkes odasına çekildiğinde, öğrenci yatmak için hazırlanırken tarlalardan topladığı şeyler ceplerinden odaya saçılmış. Genç bütün gece boyunca yerlerden onları toplamakla uğraşmış. Sabaha karşı da ancak bitirebilmiş. Kralın adamları gece genci gözlemişler. Bütün gece yatmadığını, eğilip kalktığını, uyuyamadığını krala anlatmışlar.
Kraliçe: "Gördün mü!" demiş krala. "Ben söylememiş miydim. Bu bir prens. Yoksul yatakta yatamadı." O gece gence krallara layık bir yatak yapmışlar. Günlerdir yatak yüzü görmeyen genç ise deliksiz bir şekilde uyumuş. Sabah olduğunda kral ve kraliçe gencin prens olduğundan artık eminmiş. Öğleye doğru "kızımızı sana verebiliriz genç prens" demişler. Genç öğrenci prens olmadığım, değil parası pulu, hazinesi ve sarayları, yatacak yere bile muhtaç olduğunu söylemiş. Ama kimseyi inandıramamış.
Ülkede kırk gün düğün dernek kurulmuş. Kral, genç öğrenciye ülkesinin yarısını vermiş. Öğrenciyle prensesin çocukları olmuş. Öğrencinin aslında prens olmadığına uzun bir süre sonra inanmışlar. Ama geçen süre içinde kral ve kraliçe öğrenciyi o kadar çok sevmişler ki, artık dünyanın en zengin prensi bile gelse onunla değişmezlermiş.
DARI BAŞAKLARININ UCU NEDEN KIRMIZIDIR?
Japon Masalı
Çok eski zamanlardan birinde, güneşin doğduğu ülkede yaşlı bir karı koca yaşarmış. Çok istemelerine rağmen gençliklerinde çocukları olmamış. Gündüz adam ormana gider, ağaç kesip satar, kadın da ev işleriyle uğraşırmış.
Günün birinde kadın nehir kıyısında çamaşır yıkarken suda yüzen kocaman bir karpuz görmüş. Karpuzu yakalayıp evine götürmüş. Akşam karpuzu kesip yemek istemişler. Adaletli olsun diye kadın karpuzu özenle keserek tam ortasından ikiye ayırmış. Bir de ne görsünler ? Karpuzun içinden ufacık bir kız çocuğu çıkmış. Bu çocuğu bize Tanrı gönderdi diye sevinmişler. Mutluluk içinde çocuklarını büyütmüşler. Kız büyüdükçe güzelleşmiş. Zeki, alımlı bir genç kız olmuş.
Köyde her yıl yapılan büyük bayramın yaklaştığı günlerde karı koca bayrama kızlarını da götürmek istemiş. Ama adet olduğu üzere, kızlarını faytona bindirerek götürmelerinin doğru olacağını düşündüklerinden, kasabaya fayton kiralamaya gitmişler. Kızlanna da kapıyı kimseye açmamasını tembihlemişler.
Ama kızın annesi babası daha yeni uzaklaşmış ki, kötü ruhlu Amanoyaku kapıya dayanmış: "Sana bir şey söylemek istiyorum güzel kız, kapıyı açmasan bile biraz arala." Kız, Amanoyaku'nun ısrarlarına dayanamayıp kapıyı biraz açmış. Açmasıyla kapıyı iten Amanoyaku odaya dalıvermiş. Güzel kızı bahçeye çıkarmış. Ağaca bağlamış ve onun elbiselerini giyerek, kızın kılığına girmiş.
Yaşlı karı koca faytonla köye döndüklerinde, Amanoyaku'nun kızlarının kılığına girdiğini anlamamışlar. Amanoyaku'yu kızları sanıp, faytonla kutlamaların yapılacağı tapınağa doğru yola çıkmışlar. Ama bahçenin yanından geçerken baba, kızın çığlıklarını duymuş, arabadakinin gerçek kızı olmadığını, onun kılığına giren Amanoyaku'yu taşıdıklarını hemen anlamış.
Derhal eve koşup orağım getirmiş. Ekinlerin yanından geçerken kapıyı açıp Amanoyaku'yu öldürmüş. İşte darı başaklarının uçları o zamandan beri kırmızıdır. Çünkü Amanoyaku'nun kanı akmış üzerlerine.